30 Ağustos 2008 Tekesuyu Araştırma Etkinliği
Her şey Emrah SINMAZ ile Ağustos ayı başında yaptığımız bir telefon konuşmasında, kendisinin ay sonunda ailesi ile birlikte Datça’da olacağını bildirmesi ile başladı. Görüşmemizde benim de o tarihlerde Datça’da olmam halinde, daha önceden bilgisine ulaştığı ve haritasının çizilmemiş olduğunu öğrendiği Tekesuyu Mağarası araştırmasını tamamlayabileceğimizi ve haritasını çizebileceğimizi söylemişti. Bu gaz hali bünyemde büyük bir heyecana sebep olmuştu. Neden mi? Datça ve mağara.. İki tutkum bir araya geliyordu. Eğer gerçekleşirse daha önce hiç düşünmediğim bir birliktelik olacaktı bu. Dürüst olmak gerekirse teklifi kabul etmeden önce -başka şansım varmış gibi- Datça’da bir mağara olabileceğinden bile şüphe duyuyordum. Onca yıldır gittiğim Datça’da antik kent civarı dışında bir mağaranın olabileceğine ihtimal dahi vermemiştim. Daha doğru bir ifade ile bu konuda hiç düşünmemiştim bile… “Emrah’ın aldığı bilgi mağara değil, olsa olsa “in’dir ve istihbaratı verenlerin abartmalarından birisidir,” diye düşündüm. Ne kaybederdik ki? Serde yanılmak da varmış. “Datça Mağara Araştırması”. Kulağa ne hoş geliyor. Kim bilir belki de geleceğin şubesi de bu etkinlikten alır adını: “Mağara Araştırma Derneği Datça Şubesi”
Neyse… Teklifi kabul etmiştim. Böylece hazırlıklar başladı. Datça’ya yola çıkmadan hemen önce araştırmada kullanacağımız mağara botunu ve bir kısım mağara eşyasını almak için derneğe uğramak zorundaydım. Bu esnada otobüse yetişmek için çok az zamanım kaldığını işten geç çıktığımda anlamalıydım. Yetişmek için deli gibi araba kullandım, aracı park ettikten sonra ise yollarda sürekli koştum. Bütün bunları yaparken anahtarımın yanımda olmadığını fark etmiştim. Derneğe yakın oturan Birhan ALTAY’ı arayarak derneğe gelmesini ve bana kapıyı açmasını rica ettim. Birhan ailesi ile yemekteydi. Haklı olarak mırın kırın etti ve neden anahtarımın olmadığını sordu, yemekte olduğunu söyledi, kızı Alize’nin sesini dinletti, Alize’yi bahane etti. Benim, acele etmesini ve Datça’da mağara haritası çizmeye gittiğimizi söylememle koşarak evden çıkmış olmalı ki, derneğe benden önce vardığını gördüm. Nasıl yani? Birhan derneğe benden önce gelmiş kapıda beni bekliyordu. Ona doğru koşarken Birhan kapıyı açtı, içeri girdik, botu aldık ve çıktık. Hepsi 30 saniye sürdü. (Laf aramızda Birhan’ı ‘mağara ve harita çizeceğiz’ kelimeleri ile kolaylıkla kandırabilirsiniz. Tabi Datça maceramızda bir kandırma durumu söz konusu değildi. Buna olsa olsa “ince ayar” denir.)
Dernekten mağara botunu alarak çıkmamdan sonra, Birhan’a araba anahtarımı bırakarak el sallayıp koşmaya başlamam ve kendimi otobüse atmam arasında ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum. Ama bindiğim taksiye ne olursa olsun beni otobüse yetiştirmesini söylemiştim. Taksinin kırmızı ışıkta dörtlüleri açık şekilde geçtiğini ve o telaş içinde benim de otobüsü bekletmek için sürekli müşteri hizmetlerini telefonla aradığımı çok net hatırlıyorum. “Yetişemeyeceğim,” derken Türkiye gerçekleri ile bir kez daha karşılaştım: Hangi araç zamanında kalkmıştı ki? Gittiğimde otobüs peronda idi ve herkes benden rahattı. Neyse ki yetişmiştim. Burnumdan akan terler ile otobüse binmemle otobüsün kalkması bir oldu. Artık Datça yolundaydım. Muavin elimde bot ve kamp çantamdaki çizmeler ile Ağustos ayı arasında bağlantı kura dursun, bagajı alırken “Nedir abi bu?” sorusuna aldığı “mağara botu” cevabı ile kendisinin ani bir şok yediğine inancım daha da arttı. Garip gelmiş olmalıyım ki sürekli benimle muhabbet kurmaya çalıştı. Bense bir süre sonra uyuma eğiliminde idim. Sabah uyandığımda hâlâ azimliydi. Ama pek başarılı olduğu söylenemez. Zira akşam koridora taşan uyku pozisyonum sebebiyle kendisi ile tartıştığımızdan yıldızımızın barışması pek mümkün değildi. Öyle de oldu. Sıra inişe gelmişti.
Sabah aklıma gelen ilk fikir Emrahların evinin bulunduğu Billurkent Sitesi’nde inmek ve botu Emrah’a satarak 10km ötedeki ailemin yanına geçmekti. Site önünde indim, Emrah’ı aradım. Şaşırmış olmalı ki beni kapıdan aldığında botu da sırtına yüklenmiş ve eve gidiyordu. Heyecanlı idi. Bir süre sonra bot ile bir bütün olacak, daha sonra bu bütüne beni de ekleyecekti.
Kahvaltıdır, ev ziyaretidir derken günü yarıladık, böylece araştırmayı ertesi güne bıraktık. Ertesi gün (31.08.2008) malzemeleri toplayıp yola koyulduk. Mağarayı bulmamız biraz zaman aldı. Zira okaliptüs ağaçlarından sağa sapan toprak bir yol arıyorduk. Bir iki yanlış denemeden sonra “Tekesuyu Mağarası, fenerle giriniz.” yazısını gördük.
Yazının önünde istikamet fotoğrafları çekerek makaraya başlamıştık ki çakma Ray-Ban gözlükleri ile şahin görünümlü bir doğan yanımıza yanaştı. Ağabeyler kendilerinin Kızlan köyünden olduklarını ve mağarayı turizme kazandırmak istediklerini, bu amaçla içine elektrik çektiklerini ancak ampüllerin çalındığını söylediler. (Tanrım, bu yerel girişimci merakı heryerde mi beni bulur?) Bizim; Mağara Araştırma Derneği’nden olduğumuzu ve her mağaranın turizme açılamayacağını anlatmaya çalışmamızla bizden hoşlanmamış olmalılar ki, cümlenin ortasında, Şahin’in gaz pedalına yüklenerek tozu dumana kattılar. O sırada eski Datça asfaltına dizilmiş bal kovanları ile ilgilenen çocuk da hayatında hiç mağara görmediğini ve bizimle gelmek istediğini söyledi. Koruyucu ekipmanı olmadığı için kendisinin fazla ilerleyemeyeceğini, sadece girişe bakabileceğini söyledik. Mağaranın girişine geldik.
Emrah ile karpit ve kaskları hazırlarken bir yandan da çocuğun şaşkın bakışlarına maruz kaldık. Ben çizme yerine yürüyüş botunu tercih etmiştim. Hazırlığımız tamamlandığında mağaraya girdik. Mağara oldukça sıcaktı. Ahşap merdiven ile kolaylaştırılan iki tane 3 m uzunluğunda iniş sonucunda 30°’lik eğimde yürüyeceğim düşüncesi ile belime kadar suya boğuldum. Meğerse su o kadar berrak ve durgunmuş ki benim eğim sandığım yerde göl başlıyormuş. Ucuz atlattık ve bu olayı da kazaya ramak kalma listemize ekledik.
Botu şişirdik ve Emrah ile bota yerleştik. Kâbusun o an başlayacağını nereden bilebilirdik? Yaklaşık 2–3 saat süren haritalama faaliyeti boyunca bottan iki kere inebildik; o da risk alarak, eğreti yerlerde. Peynir gibi bir mağara idi; her yeri bir başka yere bağlanıyor, ölçüm için kendimizi sabitleyip atım yapmaya çalıştığımızda tuttuğumuz tavanlar ufalanarak elimizde kalıyordu. Bu kadar karmaşık girişleri en son 2001 senesinde Denizli’de bir yatay mağarada görmüştüm. Ancak bu sefer bot üzerinde olduğumuzdan hareket kabiliyetimiz nerede ise sıfırdı.
Bir süre sonra ayaklarımız uyuşmaya başlamıştı. Daha sonra uyuşmanın yerini yamuk oturmaktan kaynaklanan bir acı aldı. Sonunda ayaklarımızı hissetmemeye başlamıştık. Ancak haritalama için azimliydik. Ben önde kürekler ile botu ilerletiyor, ölçüm için atımları yapıyordum. Emrah ise arkada notları alıyor ve çizimleri yapıyordu. Bu sırada darallardan bot ile nasıl geçtiğimizi tahmin bile edemezsiniz. Öyle ki bazı yerlerde o halimizle, alçalan tavanı geçmek için bota yattığımızı da hatırlıyorum. Ayaklarımızın halini gelin siz düşünün (Bu esnada botun boyu ile su üstündeki manevra ile aldığımız pozisyonları ve cüsselerimizi de düşünmemezlik etmeyin!). Daha sonra Emrah ayak diye bir uzvunun sanki hiç olmadığını çünkü belden aşağısını hissetmediğini, böyle bir hissizliği -ayak yokluğu- sanki hiç yaşamamış olduğunu söyledi ve “Namaz kılsaydık başımıza bunlar gelmezdi,” dedi. O an bu acıdan kurtulmak için namaza başlamayı bile düşündüğümü itiraf etmeliyim. Öyle bir acıydı ki küçüklüğümüzde ailece gidilen bayram namazları bile bizi kurtaramadı. Bu acı ile yaklaşık iki saat yaşadık (Öldürmeyen acı güçlendirir!). Artık ayaklarımızı kaybetmiştik. Bir süre sonra bottan idareten inmeye kalktığımızda ayağa kalkmamız ile düşmemiz bir olduğunda bu gerçeği bir kez daha gördük. Bottan indiğimizde azimle çizdiğimiz bir haritamız ama kaybettiğimiz dört adet ayağımız vardı. Bir süre çamurlu yerde uzandık, yaklaşık on dakika sonra ayaklarımız önce karıncalanarak, daha sonra ise parmaklar ile varlığını yeniden hatırlattı. Mutluyduk. Acıya katlanmamıza değmişti. İtiraf edeyim, namaza başlama düşüncemi o an aklımdan sildim.
Önce botu söndürdük, bol bol fotoğraf çektik, çıkmak için hazırlıklara başladığımızda iyi Türkçe konuşan ama yabancı olduklarını sonradan öğrendiğimiz insanlar mağarayı görmeye gelmişti. Bizi bu halimizle gördüklerinde önce korktular, sonra bizimle sohbete başladılar. Yabancıları gezdiren Türk erkeklerinin ilginç tribine burada da rastladık. Adam ne olduysa bizi gördüğü andan itibaren bize kıllandı ve kadınlar bizimle konuşuyor diye bizi bakışları ile sürekli taciz etti. Uzaylı görmüş gibi davranıyordu. Zaten bizimle hiç konuşmadı.
Haritayı bitirip çıktığımızda girişimizden bu yana yaklaşık 3,5 saat geçmişti. Sıcak ama fiziksel olarak bol acılı bir etkinliği de sonlandırmanın keyfine böylece varmıştık. Üzerimizdeki kırmızı toprağı aracımıza bulaştırarak çıktığımızda Datça’da mağara haritalamanın mutluluğu ile suda bulduğumuz kafa lambasını acı içinde su içerisinden almaya çalıştığımda beni dayak yemekten beter eden Emrah’a sevgilerimi iletiyorum. Emrah, fena mı oldu? Derneğe bir kafa feneri kazandırdık.
Datça’da MAD ve MAD Bursa etkinliğini iki kişi ile böylece tamamlamış olduk. Bu etkinlikten iki şey öğrendim. Birincisi mağaraya girerken ne olursa olsun çizme giymek gerek, ikincisi ise bastığın yerleri toprak diyerek geçmeyip, tanımak -Ki düşüp sakatlanmayasın
Neyse… Teklifi kabul etmiştim. Böylece hazırlıklar başladı. Datça’ya yola çıkmadan hemen önce araştırmada kullanacağımız mağara botunu ve bir kısım mağara eşyasını almak için derneğe uğramak zorundaydım. Bu esnada otobüse yetişmek için çok az zamanım kaldığını işten geç çıktığımda anlamalıydım. Yetişmek için deli gibi araba kullandım, aracı park ettikten sonra ise yollarda sürekli koştum. Bütün bunları yaparken anahtarımın yanımda olmadığını fark etmiştim. Derneğe yakın oturan Birhan ALTAY’ı arayarak derneğe gelmesini ve bana kapıyı açmasını rica ettim. Birhan ailesi ile yemekteydi. Haklı olarak mırın kırın etti ve neden anahtarımın olmadığını sordu, yemekte olduğunu söyledi, kızı Alize’nin sesini dinletti, Alize’yi bahane etti. Benim, acele etmesini ve Datça’da mağara haritası çizmeye gittiğimizi söylememle koşarak evden çıkmış olmalı ki, derneğe benden önce vardığını gördüm. Nasıl yani? Birhan derneğe benden önce gelmiş kapıda beni bekliyordu. Ona doğru koşarken Birhan kapıyı açtı, içeri girdik, botu aldık ve çıktık. Hepsi 30 saniye sürdü. (Laf aramızda Birhan’ı ‘mağara ve harita çizeceğiz’ kelimeleri ile kolaylıkla kandırabilirsiniz. Tabi Datça maceramızda bir kandırma durumu söz konusu değildi. Buna olsa olsa “ince ayar” denir.)
Dernekten mağara botunu alarak çıkmamdan sonra, Birhan’a araba anahtarımı bırakarak el sallayıp koşmaya başlamam ve kendimi otobüse atmam arasında ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum. Ama bindiğim taksiye ne olursa olsun beni otobüse yetiştirmesini söylemiştim. Taksinin kırmızı ışıkta dörtlüleri açık şekilde geçtiğini ve o telaş içinde benim de otobüsü bekletmek için sürekli müşteri hizmetlerini telefonla aradığımı çok net hatırlıyorum. “Yetişemeyeceğim,” derken Türkiye gerçekleri ile bir kez daha karşılaştım: Hangi araç zamanında kalkmıştı ki? Gittiğimde otobüs peronda idi ve herkes benden rahattı. Neyse ki yetişmiştim. Burnumdan akan terler ile otobüse binmemle otobüsün kalkması bir oldu. Artık Datça yolundaydım. Muavin elimde bot ve kamp çantamdaki çizmeler ile Ağustos ayı arasında bağlantı kura dursun, bagajı alırken “Nedir abi bu?” sorusuna aldığı “mağara botu” cevabı ile kendisinin ani bir şok yediğine inancım daha da arttı. Garip gelmiş olmalıyım ki sürekli benimle muhabbet kurmaya çalıştı. Bense bir süre sonra uyuma eğiliminde idim. Sabah uyandığımda hâlâ azimliydi. Ama pek başarılı olduğu söylenemez. Zira akşam koridora taşan uyku pozisyonum sebebiyle kendisi ile tartıştığımızdan yıldızımızın barışması pek mümkün değildi. Öyle de oldu. Sıra inişe gelmişti.
Sabah aklıma gelen ilk fikir Emrahların evinin bulunduğu Billurkent Sitesi’nde inmek ve botu Emrah’a satarak 10km ötedeki ailemin yanına geçmekti. Site önünde indim, Emrah’ı aradım. Şaşırmış olmalı ki beni kapıdan aldığında botu da sırtına yüklenmiş ve eve gidiyordu. Heyecanlı idi. Bir süre sonra bot ile bir bütün olacak, daha sonra bu bütüne beni de ekleyecekti.
Kahvaltıdır, ev ziyaretidir derken günü yarıladık, böylece araştırmayı ertesi güne bıraktık. Ertesi gün (31.08.2008) malzemeleri toplayıp yola koyulduk. Mağarayı bulmamız biraz zaman aldı. Zira okaliptüs ağaçlarından sağa sapan toprak bir yol arıyorduk. Bir iki yanlış denemeden sonra “Tekesuyu Mağarası, fenerle giriniz.” yazısını gördük.
Yazının önünde istikamet fotoğrafları çekerek makaraya başlamıştık ki çakma Ray-Ban gözlükleri ile şahin görünümlü bir doğan yanımıza yanaştı. Ağabeyler kendilerinin Kızlan köyünden olduklarını ve mağarayı turizme kazandırmak istediklerini, bu amaçla içine elektrik çektiklerini ancak ampüllerin çalındığını söylediler. (Tanrım, bu yerel girişimci merakı heryerde mi beni bulur?) Bizim; Mağara Araştırma Derneği’nden olduğumuzu ve her mağaranın turizme açılamayacağını anlatmaya çalışmamızla bizden hoşlanmamış olmalılar ki, cümlenin ortasında, Şahin’in gaz pedalına yüklenerek tozu dumana kattılar. O sırada eski Datça asfaltına dizilmiş bal kovanları ile ilgilenen çocuk da hayatında hiç mağara görmediğini ve bizimle gelmek istediğini söyledi. Koruyucu ekipmanı olmadığı için kendisinin fazla ilerleyemeyeceğini, sadece girişe bakabileceğini söyledik. Mağaranın girişine geldik.
Emrah ile karpit ve kaskları hazırlarken bir yandan da çocuğun şaşkın bakışlarına maruz kaldık. Ben çizme yerine yürüyüş botunu tercih etmiştim. Hazırlığımız tamamlandığında mağaraya girdik. Mağara oldukça sıcaktı. Ahşap merdiven ile kolaylaştırılan iki tane 3 m uzunluğunda iniş sonucunda 30°’lik eğimde yürüyeceğim düşüncesi ile belime kadar suya boğuldum. Meğerse su o kadar berrak ve durgunmuş ki benim eğim sandığım yerde göl başlıyormuş. Ucuz atlattık ve bu olayı da kazaya ramak kalma listemize ekledik.
Botu şişirdik ve Emrah ile bota yerleştik. Kâbusun o an başlayacağını nereden bilebilirdik? Yaklaşık 2–3 saat süren haritalama faaliyeti boyunca bottan iki kere inebildik; o da risk alarak, eğreti yerlerde. Peynir gibi bir mağara idi; her yeri bir başka yere bağlanıyor, ölçüm için kendimizi sabitleyip atım yapmaya çalıştığımızda tuttuğumuz tavanlar ufalanarak elimizde kalıyordu. Bu kadar karmaşık girişleri en son 2001 senesinde Denizli’de bir yatay mağarada görmüştüm. Ancak bu sefer bot üzerinde olduğumuzdan hareket kabiliyetimiz nerede ise sıfırdı.
Bir süre sonra ayaklarımız uyuşmaya başlamıştı. Daha sonra uyuşmanın yerini yamuk oturmaktan kaynaklanan bir acı aldı. Sonunda ayaklarımızı hissetmemeye başlamıştık. Ancak haritalama için azimliydik. Ben önde kürekler ile botu ilerletiyor, ölçüm için atımları yapıyordum. Emrah ise arkada notları alıyor ve çizimleri yapıyordu. Bu sırada darallardan bot ile nasıl geçtiğimizi tahmin bile edemezsiniz. Öyle ki bazı yerlerde o halimizle, alçalan tavanı geçmek için bota yattığımızı da hatırlıyorum. Ayaklarımızın halini gelin siz düşünün (Bu esnada botun boyu ile su üstündeki manevra ile aldığımız pozisyonları ve cüsselerimizi de düşünmemezlik etmeyin!). Daha sonra Emrah ayak diye bir uzvunun sanki hiç olmadığını çünkü belden aşağısını hissetmediğini, böyle bir hissizliği -ayak yokluğu- sanki hiç yaşamamış olduğunu söyledi ve “Namaz kılsaydık başımıza bunlar gelmezdi,” dedi. O an bu acıdan kurtulmak için namaza başlamayı bile düşündüğümü itiraf etmeliyim. Öyle bir acıydı ki küçüklüğümüzde ailece gidilen bayram namazları bile bizi kurtaramadı. Bu acı ile yaklaşık iki saat yaşadık (Öldürmeyen acı güçlendirir!). Artık ayaklarımızı kaybetmiştik. Bir süre sonra bottan idareten inmeye kalktığımızda ayağa kalkmamız ile düşmemiz bir olduğunda bu gerçeği bir kez daha gördük. Bottan indiğimizde azimle çizdiğimiz bir haritamız ama kaybettiğimiz dört adet ayağımız vardı. Bir süre çamurlu yerde uzandık, yaklaşık on dakika sonra ayaklarımız önce karıncalanarak, daha sonra ise parmaklar ile varlığını yeniden hatırlattı. Mutluyduk. Acıya katlanmamıza değmişti. İtiraf edeyim, namaza başlama düşüncemi o an aklımdan sildim.
Önce botu söndürdük, bol bol fotoğraf çektik, çıkmak için hazırlıklara başladığımızda iyi Türkçe konuşan ama yabancı olduklarını sonradan öğrendiğimiz insanlar mağarayı görmeye gelmişti. Bizi bu halimizle gördüklerinde önce korktular, sonra bizimle sohbete başladılar. Yabancıları gezdiren Türk erkeklerinin ilginç tribine burada da rastladık. Adam ne olduysa bizi gördüğü andan itibaren bize kıllandı ve kadınlar bizimle konuşuyor diye bizi bakışları ile sürekli taciz etti. Uzaylı görmüş gibi davranıyordu. Zaten bizimle hiç konuşmadı.
Haritayı bitirip çıktığımızda girişimizden bu yana yaklaşık 3,5 saat geçmişti. Sıcak ama fiziksel olarak bol acılı bir etkinliği de sonlandırmanın keyfine böylece varmıştık. Üzerimizdeki kırmızı toprağı aracımıza bulaştırarak çıktığımızda Datça’da mağara haritalamanın mutluluğu ile suda bulduğumuz kafa lambasını acı içinde su içerisinden almaya çalıştığımda beni dayak yemekten beter eden Emrah’a sevgilerimi iletiyorum. Emrah, fena mı oldu? Derneğe bir kafa feneri kazandırdık.
Datça’da MAD ve MAD Bursa etkinliğini iki kişi ile böylece tamamlamış olduk. Bu etkinlikten iki şey öğrendim. Birincisi mağaraya girerken ne olursa olsun çizme giymek gerek, ikincisi ise bastığın yerleri toprak diyerek geçmeyip, tanımak -Ki düşüp sakatlanmayasın
Emre Baturay Altınok
Yorumlar
Yorum Ekle
Bilgilendirme
Yorum Ekleyebilmeniz için Sitemize Kayıt Olmanız Gerekmektedir.
İlgili Konular
MENÜLER
EN İYİLER
KATEGORİ
KATEGORİ
ETKİNLİK TAKVİMİ
« Aralık 2024 » | ||||||
---|---|---|---|---|---|---|
Pt | Sa | Ça | Pr | Cu | Ct | Pz |
1 | ||||||
2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 | 8 |
9 | 10 | 11 | 12 | 13 | 14 | 15 |
16 | 17 | 18 | 19 | 20 | 21 | 22 |
23 | 24 | 25 | 26 | 27 | 28 | 29 |
30 | 31 |